Yıllar evvel, Konya'nın Gevelle Dağı'na çıkmak için çantalarımızı hazırladığımızda, Abdullah (Göktaş) da, ben de sanki bu işi ilk biz yapıyormuşuz gibi heyecanlıydık. Gevelle Dağı oğlum bu! Az bir şey mi! Kan ter içinde dağın zirvesine çıktığımızda gördüğümüz bira kutuları, cips paketleri, pet şişeler bütün heyecanımızı silip süpürmüştü. İnsanların oraya bira içmek gibi basit bir şeye çıkmasına mı, yoksa çöplerini orada öylece bırakmalarına mı daha çok üzülmüştüm; hatırlayamadım şimdi.
Birkaç ay oldu herhalde, Ani Harabeleri'ne büyük bir heyecanla varmıştık. Hani -çok anladığımızdan değil ama- freskleri göreceğiz ya, sanırsın yeni çizildi, bizi bekliyorlar. Bir vardık ki, üzerine kazınan adlardan, aşk sözcüklerinden freske dikkatimizi veremiyoruz.
Dalış yapanlar anlatır, bir batığa daldığında hiçbir şeye dokunmaz, olduğu gibi bırakırsın. Çünkü "dalış etiği" bunu söyler. Ya da dağcıysan, zirve defterini iç etmezsin, gerekli bilgileri yazar, aynı şekilde olduğu yere bırakırsın. Pekâlâ, herkeste aynı hassasiyet mevcut mu?
Bugün Ihlara Vadisi'ndeydim. Gittiğim her kilisede şunu gördüm: Evinin duvarına ismini kazımayı delilik sayacak adamlar -evet evet, koca adamlar bunu yapıyor- iki bin yıllık kilisenin duvarındaki çizimlere adını kazımış. Pekâlâ bunu neden yapıyor bu insanlar? Dünyanın her yerinde böyle mi?